17 Ekim 2023 Salı

Retrospektif

Görünmez bir küçük çocuk olmanın yan etkisi olarak fazla görünen olmaya hevesli bir ergen kız çocuk olmaya çabalamışım. 28 yaşımda öğrendim ki ben aslında içe dönükmüşüm. Ben dışa dönmeye zorlamışım kendimi.

Banyo kapısını kilitleyip, musluğu açıp hıçkıra hıçkıra ağlayan 5 yaşındaki küçük kız, o zamanlar söyleyemediklerinin acısını çıkarmak için hep konuşur, çok konuşur, tam bir geveze olmakta bulmuş çareyi. 

Benim yaram ne kadar derin ve ne kadar büyük olursa olsun, tek bir yara bandı çok görülmüş; başkalarının sıyrıklarına batikon dökülmüş sargı bezleri sarılmış. Ben şahit olmuşum da sesim çıkmamış.

Satır aralarında suçlanmışım daha ne olduğunu bilmediğim, anlatılsa da anlayamayacağım şeylerle. Anlamasam da suçlamışım kendimi, kabul etmişim suçumu, bilmeden suçumu.

Ait olmamışım en ait olmam gereken tek yere. Ait olmak istesem de olamamışım. Varmışım, oradaymışım da yine de yokmuşum. 

Utanmışım bana söylenenlerden, yaptığım bir şey de yokmuş ki utanacak. Öyle utanmışım ki benimle gelmiş utançlarım 28 yaşıma. 

Islak yastıkla uyumak öyle bir gelenek olmuş ki bırakamamışım istesem bile. 30 yaşım köşeden bana bakarken yine ıslakmış yastığım. Yine de uyumuşum başımı yaslayıp. 

Hiçbirini koruyamamışım küçüklüğümün. Ne bir oyuncağımı, ne bir hırkamı, ne bir hatıramı. Oturduğum koltuğum bile kalmamış o zamandan. Kıymet görmemiş hiçbir eşyam, hatıram. Bunu şu yaşımdan beri saklarım diyememişim. Ya icra memurları alıp götürmüş, ya oradan oraya taşınırken atılmış, kaybolmuş. Yersiz yurtsuz çocuk olmanın zorunluluğuymuş oyuncağını hatıra diye saklayamamak. 

"Büyüdüğüm ev" edebiyatı da çok görülmüş. Çevirdiğim her sayfa, üstüne yazdığım harfleri dökmüş. Hiçbir şey kalmamış. Ondan mıdır hatıraları beynimde böyle kazımam? "Oradan da silemezler ya canım!" demişim sanki. 

Yalnızmışım herkesin kalabalık olduğu yerde ve zamanda. Doktorda, karne gününde, bayramda, doğum günümde. Anlatamamışım.

Mutsuz değilmişim, üzgünmüşüm. Çok üzgünmüşüm de söyleyememişim. Kırıkmış kalbim, daha çok küçükken. 

Yaşım da küçükmüş. Kalbim de. Ama çok kırıkmış.

Kimse bilmemiş.


17.10.23

05:04

Sarışın Değil

 Ne gözlerimi kapattığımda gerçekliğinden uzaklaşabiliyorum yaşadıklarımın; ne de gerçekten başıma geldiğine inanabiliyorum tarihlerin sorgulanamazlığına rağmen. İnkar bu kadar uzun sürer mi? Hayret bu kadar inatçı bir tepki mi? Sadece kalp mi kırılır? Benim beynim de kırık. Gözlerim kırık. Duyduklarımızı sindirmeyi kolaylaştırır mı Gaviscon? Kalıcı zararlar aldım. Ben gitsem bile kalıcı, işte o kadar kalıcı.

Paramparçayım.

*kendi dalımda dikenler mi açtın bana?*

Toparlayamıyorum. Son 1 yıldır toparlayamadığım gibi. 

Toparlayıp ayağa kalkarsam kırıldığım yerden uzaklaşacağımdan mı korkuyorum? İnsan kırgınlığına sımsıkı tutunur mu? 

Bazen bırakmak, sımsıkı tutunmaktan daha iyi gelir anlamına gelen bir aforizmaları vardı, hatırlar mısınız? Çünkü bırakmamaya direndikçe o halat ellerimizi kanatırmış. Canlandı mı gözünüzde?

Hayatımda hep bırakılan oldum ben. Kalan dallarıma ısrarla tutunma çabam ondan mıdır? Bilmiyorum ki. Ben artık hiçbir şeyi bilemiyorum. 

Son'lardan ben kaçtıkça, yeni bir tanesi hep köşe başında bekliyormuş beni. Bu hep böyleymiş meğer.

*kendi dalımda dikenler mi açtın bana?*

Hem hep böyle kırıldım, hem de hiç böylesine kırılmadım.

Paramparçayım. 


17 Ekim 2023

04:21

Ev

9 Ocak 2022 Pazar

01.01.2019

"Kendinizi açıklamak zorunda hissettiren insanlardan uzak durun" yazmışım 1 ocak 2019'da. Kim bilir ne yaşadım da bu cümleyi yazıp taslaklarda bıraktım. Her ne yaşadıysam üstünden 17 ay geçmiş. Ama bilin bakalım kararlılık ve istikrarlılığından kim ödün vermemiş? Evet, ben... Hala arkasındayım bu sözün. Bana bunu yazdıranların mı? Onların yanında bile değilim. Şu 17 ay içinde neler yaşadım, kimler çıktı hayatımdan.

Yazmışım 31 mayıs 2020'de. Her ne yaşadıysam üzerinden 28 ay geçmiş... Evet hala arkasındayım bu sözün. 

Hadi artık taslaklarda kalmasın. 
Hayata geçir bu sözü Sare. 

Hadi!


09.01.2022 23.38



-Sare

Dilek, İstek ve Şikayet Kutusu

        Eğer gotik bir kült mensubu değilseniz, hayatta gördüğünüz metinler, duyduğunuz sözler, okuduğunuz kitaplar, çevrenizdeki insanlar çoğunlukla bir şeylerin iyiye gideceğini anlatıyordur. Bir gün, bir yerde, bir şekilde, bir durum mutlaka daha iyiye gidecektir. İyimser ne kadar çok söz var gün içinde duyduğumuz. 

Bu sözlerin bize verdiği duygu "tamam ulan, sıra elbet bana da gelecek! Ben de mutlu olacağım! Bugün değilse yarın!" değil mi? Tam da bu bence.

  Güzellikler dağıtılan iyilik şubelerinde elbet sıra bir gün bize gelecek, bizim adımız da okunacak diyerek günlerimiz geçmiyor mu çoğu zaman? "Herkes istediği okulu kazanıyor ama dur, ben de sıradayım; ben de yaşayacağım bu harika duyguyu! Bak diğerleri nasıl iyileşti, ben de iyileşeceğim elbette! Onlar nasıl da ödedi tüm borçlarını, dur bakalım ben de sıradayım ben de tadacağım bu hissi!" Ne çok örnek bulunur daha değil mi...

Oysa kimse bize böyle bir söz vermedi. Yalnızca hayatı daha katlanılabilir hale getirmek için yaratılmış bir düşünce aslında, hayatın sevimsizliğiyle -ya da ta kendisiyle- baş etme mekanizması... Atamızdan yadigar, bizde hüsnü kuruntu var! "Dur dur hemen bozma moralini, yarın ola hayrola! Şu işler bi bitsin, her şey yoluna girecek!"

Oysa çoğunlukla nasıl da yoluna girmiyor bu olanlar, nasıl çürüyüp gidiyor tüm iyi niyetler, dilekler... Düşünüyorum da, örnek bulmakta hiç zorlanmıyorum sanırım. Çocukken başlıyor bu umutla beklerken elleri bomboş kalma hissi

Ben çok inanmıştım. Babamın ablalarıma alıp bana almadığı ayakkabıların bir gün benim de olacağına; beni göndermediği kursa bir gün gideceğime; küçükken yaşamadığım o sevgiyi bir gün gümbür gümbür duyacağıma. Bu yaz olmadı ama önümüzdeki yaz babam bizden kopmadan, korkup gitmeden bitecek tatil... Bence ben yanlış anladım o duyduklarımı, ben sebep olmadım ayrılığa. Küçüktüm, büyüdüm, geride kaldı artık! Hem belki veli toplantıma da gelir, neden olmasın! Dur bakalım bi' önümüzdeki sene gelsin de... Belki dedem onlara taşındığımız için bize kızgın bakmayı bırakır yarın sabah; her fırsatta "babasının kızları işte!" demekten vazgeçer... Bugün aferin demedi ama belki tekrar 100 puan almamı bekliyordur annem beni kutlamak için. Dur dur, ben bir dahaki 100'de tekrar deneyeyim... Tamam yine tuttu astımın, bak haftaya hemen geçecek, bir daha da gelmeyecek bu tıkanmalar. Bekle de gör bak... Belki bir sonraki akraba toplantısında boğazım düğümlenmez, sonraki kışı bir bekle Sare'cim, lütfen... Güzellikler, hoşluklar, inanmışlıklar, inanmaya çalışmışlıklar, olmayınca yeniden deneyişler... Ne büyük yorgunluk!

Kollarımı kocaman açıp sarılmak istiyorum küçük Sareye, her üzgün olduğu an için; sevgisiz hissettiği her an için... Suçlu hissettiği, güçsüz hissettiği, hayallerine ulaşamadığı, kalbi her kırıldığında banyonun musluğunu açıp ağladığı her an için... Ne çok üzüldün, gel bana, gel açtım kollarımı; seni seveceğim ben, gözlerinden tek damla yaş akmasına engel olacağım demek istiyorum... Yalnız hissettiğini biliyorum, hayata kızdığını görüyorum, bunların hiçbiri senin hatan değil, izin ver gözlerinin içine bakayım demek istiyorum.

Güzel olurdu gerçekleşebilse... Daha mutlu, daha sağlıklı ve belki farklı olurdum... Mümkün olsaydı...


Dur bakalım, yarın ola hayrola...


09.01.22

#np Orfeas Peridis - Fevgo


-Sare

9 Ağustos 2021 Pazartesi

Alzheimer Nesneler

"O eskisin sen eskime" demişti halam bir gün, yeni aldığımız bir kıyafet için. İlk kez ondan duymuştum bu sözü. "Kıyafetim niye eskiyecekmiş ya?!" diyecekken, biraz düşünüp "Hmmm... Aa! E- iyiymiş..." demiştim kendi kendime.

Fakat gel gelelim en güzel niyetlerle bulunulan dilekler günümüz dünyasında olayların işleyiş prensibine çok müdahale edemiyor. Eskiyor aldıklarımız, giydiklerimiz, giyemeden eskiyor bazen. Biz eskiyoruz daha yaşayamadan.

Şimdi bir kafenin üst katında bir başıma oturuyorum. Aşağı yukarı iki senedir bomboş duran sandalyeler, masalar, yerdeki parkeler nasıl da oldukları yerde eskimiş... Yitmiş parlaklıkları. Üretilme amacı üstüne birilerinin oturması olan koltuklar; üstünde yemek yensin, kahve içilsin diye üretilen; yüzlerce kişinin işlemesinden, tasarımından, onayından, taşımasından geçip temizlenip katın tam da ortasına konan koca masa eskimiş. Daha üstünde pasta kesilemeden "sosyal mesafe için burayı boş bırakınız" etiketleri yapıştırılmış masanın yüzeyi daha mesleğini icra edemeden solmuş. 

Ne yani? Masaya da "sen eskime!" iyi dileğinde bulunmayacaktık ya. Aksine, keşke eskiseydin be masa! Ama böyle değil... Üstünde üfleyerek söndürseydik pastaları. Dezenfektan şişeleri değil, kahve kupaları olsaydı iz bırakan. Araba anahtarları çizseydi boyanı, üzerindeki anıların ağırlığından sallansaydı bir ayağın. Tamam tamam, sen nereden bilecektin başına bunca şeyin "gelmeyeceğini". 

Halamın iyi dileği tuttu mu diye sorarsanız; durum biraz değişti. Gömleklerim, pantolonlarım, çantalarım tıpkı bu kafenin eşyaları gibi atıl kaldı gardrobumun bir askısında. Henüz mesleğini icra edemeden etiketiyle bekleyen çok. Ama daha büyük bir eksiği var artık tüm eşyalarımın. Hatırlayabildiği anıları çok eskide kalmış bir alzheimer hastası gibi hepsi: yeniye dair, yaşamaya dair hiçbir şey yok hafızalarında. İnsanları unuttular, en son kimle nerede görüştüğünü hatırlamıyor çoğu. Bir daha ne zaman, kimle görüşeceklerine dair de bir fikirleri yok. Buluşsalar ne konuşacaklarına dair hele, hiçbir fikirleri yok...


Benimse onlardan bir farkım yok.


9-8-21

-Sare

Bir Kafe

4 Aralık 2020 Cuma

Bilmek

Kontrol edemediğim şeye teslim olmayı öğrenemedim. Ne var ki kontrolümün dışında meydana gelen hadiselerin de önü arkası kesilmiyor. Bilemiyorum ki, ne zaman olur, nasıl olur göremeden vuruyor beni hayat. Sığındığım takvim yapraklarından çokça ötede kaldı kalbime iyi gelen geçmiş. Onu yazayım biraz, sahi. Saat takmıyorum artık. Onca yıl taktım, ne faydasını gördüm? Fark ettim mi sanki zamanın nasıl da akıp gittiğini; tutabildim mi yelkovanın kolundan, dönmekten vazgeçirebildim mi ısrarcı yörüngesinde? 

İşte böyle zamana kızardım değil mi hep? Özlemekti nefes alışım, iç çekişim anmaktı eskiyi. Sevme kaslarım hep eskiye atardı, bilerek ya da bilmeyerek. En çok sevilenin yaraladığına dair metaforlara artık yer vermeyecek kadar yordu işte bu tek taraflı mahsun hikaye beni. İşte bu trajediden doğan komik halimi de söyleyeyim; şimdiyi yaşamak hiç olmadığı kadar kesiyor sesimi, usul usul kısıyor gözlerimi ve batıyorum dibe hevessizlikten. Yarın derler, umuttur; ışık doludur. İçimdeki karanlık yutuverir ışıltısını demeye yormuyorum bile kendimi.

Sakladığım, koruduğum, hafızamda uzun zamandır çokça yer işgal eden onca anıya açık bırakmışım kapıyı, yine yeni tanıştığım bir uyuşuklukla fark ediyorum artık yerlerinde olmadıklarını. Kalan olmanın acılarından biri de bu. Giden içinden de gitse, yanından da; o tuhaf, o soğuk hafifliği hisseden daima kalan oluyor. 

Neye heves bırakır böyle hüzün insanın hayatında, deyin bana? Bırakmıyor, ben diyorum. Cevap aramıyorum, cevaplar da bitti. Vakit de kalmadı.

Kalkalım.


4.12.20

2.20

Ev

9 Ocak 2020 Perşembe

İşte böyle

Kaç kez sildim acaba şu satıra yazdığım ilk cümleyi, başlamak ne zor kimi zaman. Mümkün olsa başlamadan devam etmek, ne kolaylık olurdu. Bir yerlerden gelen, nereden olduğu anlaşılmasa da kucağımıza düşüveren elmalar olsa hayatın meyveleri. Olmaz tabii. İşte ben de tam olarak bundan bahsedecektim.
Nasılsınız bu arada? Bu sefer hakikaten bilmediğimden soruyorum. Kim ne yapıyor, insanlar nasıl, neler oluyor bilmiyorum.
Emin adımlarımı düşünüyorum. Gençtim. Şaka değil, hakikaten gençtim. Ama hatırlamıyorum. 19-22 yaşlarım bende yok. Şeytan aldı götürd... Bilmiyorum kim aldı nereye gitti. İz bırakmadan yaptı ne yaptıysa.
Emin adımlarımı düşünüyorum. O zamanlar nefes almak için dururdum ara sıra. Şöyle bir soluklanır, bir sonraki pil bitişine dek koşardım. Koşmasam da yürürdüm. 2000'lerin en başında korkutma videoları vardı ya hani, her şey güzel giderken birden bire korkunç bir surat çıkardı. Neden korkardık, bu yüzden korkardık. Beklemediğimiz için. O çirkin suratı görmeyi ummadığımız için.
Ben de böyle olacağını ummamıştım. Böyle yorucu, böyle belirsiz, böyle yalnız kalacağımı beklemiyordum. Sevdiğim ne kadar aktivite varsa, sevdiğim kim varsa erişemeyeceğim mesafede bana. Böyle oturmazdı içime, azıcık da olsa ihtimal verseydim. Vermedim.
Böyle olacağını hiç düşünmedim. Kabul etmek de zor oluyor haliyle.
Ne peki, ne oluyor bu üzüntülü halin paralelinde yaşamımda?
Dilimden keşkeler dökülmüyor, hayır. Özlediğim doğru, ama bugünüm var, yarınım da olur herhalde.
En kuvvetli dalıma tutunuyorum. Ellerim terlese de beni kaydırıp düşürmeyen, ne kadar sıksam da beni şöyle bir silkelemeyen. Duruşuna hayran olduğum, gücünden güç bulduğum bir dal. Ağırlığımla kırmaktan korktuğum, incitmekten çekindiğim.

İşte böyle.


9. 1. 2020

12:30

Gece

16 Haziran 2019 Pazar

Babalar Günü

Babalar günü. Ama hangi babalar?

Tüm babaların günü olmadığına öyle eminim ki. Çalışan, çabalayan, evlatlarıyla sevinen, yavrusu için üzülen babaların günü. Yorgunluktan koltukta uyuyakalan babaların günü.

Morali bozuk olduğu zaman, belli etmemek için eve geç dönen; ya da hiç saklamadan öylece eve dönen; ama mutlaka eve dönen babaların günü.

Gölgesi, dalı, yaprağı, üstünde gezen böceği yeter gibi aforizmalara ihtiyaç duymaksızın hep orada olan, babalığını unutmayan, yavrusuna kendini hatırlatan babaların günü.

Canı sıkılan, öfkelenen, yorulan, sevimsiz ve çekilmez olsa da zaman zaman, hiç gitmeyen babaların günü.

Kaçmayan babaların günü. Süper kahraman tanımlamıyorum, güç ve erilliği tanımlayan gereksiz metaforlara da hiç bulaşmadım. Kelimelerim öyle hayatın içinden, öyle her günün kelimeleri ve öyle süssüz ki. Gerek var mı sanki.

Sırf, çocuğu çatal-bıçak, yastık-yorgan gibi ikilemelerden biri olan anne-babayı söylerken dudakları bir başkasının dudaklarıymış gibi hissetmesin diye kolaya kaçmayan babaların günü, kutlu olsun.


-Sare

16.06.2019

Akşam vakti

27 Ocak 2019 Pazar

Herkes Aristotle olmuş arkadaş...
Hiç aklımda yoktu, beni siz ittiniz buraya. Elime siz verdiniz bu kalemi. Alamazsınız şimdi. 

27.01.2019
23:17

Sare

23 Aralık 2018 Pazar

Aralık 22

Mekan: Kalabalık bir halk otobüsü, şövalyelere yer yok.
Zaman: 22 Aralık 2018 Cumartesi

Arkadan İETT kartı uzattılar, öndekilere elden ele ulaştırıp okutmak üzere. Bir adama "uzatır mısınız?" dediler kartı verirken. Adam dedi ki "Nereye uzatacağım?"
İçimden dedim ki: Göğe!
Belki bulutlara dokunmanın yolu budur. Belki bulutlarda saklıdır her derdin devası, tüm kederlerin şifası, her kokunun özü; bütün yalanların doğrusu. İnanmak istedim doğrusu. Aklımdan geçen bunca şeye dalıp gitmek, geri dönmemek istedim. Belkilerden yoruldum, gel gör ki kurtulamadım. Var mı ki kurtulan?

Neyse ki havalar çok güzel.
Fakat hayat zor.
Kolaylaşır mı bir gün?
Yaşayıp görelim.
Klişeler...

Ne diyordum...

Kalplerimizin tellerinde parmaklarını dolaştırıyor insanlar, ellerini yıkamadan; nota bilmeden. Telleri yıkamak da mümkün değil, en iyisi ellerden ve parmaklarından uzak tutmak kalbi. Kalp bu. Durur mu? Nasreddin Hoca referansını sezdiniz umarım.
Bırakalım şimdi.
Uykusuz kalmaya meylimi kabul edemedi bedenim, aklım deseniz nerede, kalbim kimde, kahve nasıl sevdirdi bana kendini, bu zamansız yakınlaşmayı elma çayına olan aşkım şaşkınlıkla karşılasa da nasıl olgun ve ağır, dik başlı kaldı. Ne diyorum?
Bırakın gidelim.
Bıraksınlar gideyim.
Bıraktım, gidin!


Hayır şaka değil, bıraktım. Gidin insanlar! Gidin!

Alın elinize birer İETT kartı, göğe uzanın ve gidin!

Devamı bende...

23.12.2018
00:06



Çalışma masamdayımdır

11 Aralık 2018 Salı

11 Aralık

Sırtımda ve dizlerimde Ayserimin hediyesi battaniye şalım, arkada her zamanki gibi Kayahan, kucağımda bilgisayarım, dışarıda yağmur. Aklımda ganj nehrinden hallice akıp giden çok şey. Çok çok şey. Yetişemiyorum, beyaz bayrağı kaldırmaya mecalim yok. Ne zor şeymiş yaşamak. Çok zor şey yaşamak. başlı başına bir iş. hayata yetişmek çok zor. Yoruldum. Bitmiş hissediyorum. Bu uykusuz kalmak gibi değil. Uykusuz kalmak buna dahil ama yalnızca o değil. Geride kalıyorum. Zamandan, ailemden, arkadaşlarımdan, sevdiğim her şeyden. Kitaplarımdan, sevdiğim aktivitelerin hepsinden. Mekanlardan geride kalıyorum. Öyle uzun zaman oldu ki bir zorunluluk dışında adım atalı. Adım diyorum, bir yolculuk değil; o çok uzak bir ihtimal zaten. Aklıma P zamanlarım geliyor. P... Ne güzeldi. Ne büyük bir lüksmüş, 18 yaşımın en güzel hediyesi. P. Gözüm şişecek diye ağlamıyorum ne zamandır. Abartmayayım, bir haftadır. Günlerimi böyle doldurmayı ben seçtim diyecek oluyorum, sonra hayır diyorum. Üzülüyorum . Çok üzülüyorum. Aklım paramparça. Kalbim de öyle. Kırık değil de, puzzle gibi. öyle küçük parçalara ayrılmış halde ki toplayamıyorum. ki bilen bilir, tasnif etmeyi çok severim. veznecilerde kalırken öğlen namazından akşam ezanına kadar mescidin duvardan duvara olan rafındaki tüm kitapları alfabetik ve konularına göre tasnif etmiştim. Ben nerede yanlış yaptım? Sesli düşünmeye cesaretim yok. Yazılı düşünüyorum.
İnsanlar öyle kötü ki sesli söylediğimde ya üzerlerine alınıp savaşmaya başlıyorlar benimle ya da duymazdan geliyorlar. Bir ihtimal de hadlerine olmadan karakterimi analiz etmeye kalkıyorlar. Sen kimsin arkadaşım? Benim yürüdüğüm hangi yolu yürüdün de alıverdin eline o cetveli? Bak bende cetvel yok, karakter tahliline girişecek mecalim zaten kalmadı. Başımı bir yastığa koymak istiyorum. Öyle bir yastık ki o. Beni çok geriye götürecek, geri getirmeyecek. Bütün varlığımla, tüm benliğimle ait olduğum o yıllara götürecek o yastık beni. Dinlendirecek böylelikle. Tertemiz edecek kafamın içini. Beyin yıkamak dedikleri, şöyle mis gibi. Neyse haydi bakalım.

11.12.2018
00:50

27 Kasım 2018 Salı

Fevgo

Ders çalışırken bilmediğim bir dilde şarkılar dinleyeyim ki aklım karışmasın diye düşündüm. İyi de fikir aslında, öyle değil mi?
Fransızca Pop dinledim önce; bütün gırtlak seslerini duymazdan gelerek, "ne ... pas" kalıplarını duydukça "Eee, biliyoruz bir şeyler!" diyerek. Fena değildi, haksızlık edemem Fransız Pop müziğine. Aradığım bu muydu? Değildi. Sahiden, ne arıyoruz biz? Neyse. Devam ettim.
Almanca rock dinlemeye başladım. Derken kendimi Almanca romantik sözlere hüzünlenirken buldum. Ne düşündüm sormayın, sormazsınız zaten ama yine de sormayın. Almanca da merhem olamadı ödev yapma fon müzik arayışıma. Hint dans müzikleriydi sonraki durağım, tahammül sınırımın ne denli düştüğünü hatırladım sayesinde. İlk şarkının bilmem kaçıncı dakikasında değil alnıma kırmızı nokta koyup bol el hareketli dans etmek; ritim dahi tutamadığımı görünce olan hevesim de kaçtı. Sonra bildiğinden şaşma dedim kendime: Ve açtım listelerimden birini. Sıradaki bu şarkıyı. Dinleyelim lütfen.
Yunanca biliyormuş tüm organlarım. Diken diken olan tüylerim yunanca biliyormuş meğer. Her biri bu anı beklemiş yorgunluklarımın. Her bir üzüntüm mıknatıs tutulmuş çiviler gibi çıkıverdi saklandıkları yerlerden. Ne isimler konur şimdi bu duruma değil mi! "Müziğin evrenselliği" derler? "Hislere parmaklarıyla dokunan notalar" ya da "Duyguların sınır tanımaması" belki.
Hiçbiri belki de hepsi.
Aynaya bakınca kendini göremeyen gözlere damla damlatan bir şarkı diyorum ben.
Sessiz odada, kafasındaki gürültüden başı şişenlere derin bir uyku hatta.
Gözleri doldukça boğazı düğümlenenlere sıcacık elma çayı.



2018 bitmek üzere, ömrümüz gibi.



27.11.2018
01:04

Salı

Sevgiler

4 Kasım 2018 Pazar

Tuzlu su

Nefessiz kalmadan bu yokuşu da çıktım diye sevinecek oluyorum, cümlem bitmeden nefesim kesiliyor; ağzımda o tuzlu suyun tadı beliriyor. Mis kokulu yerlere geldim sonunda diye sevinecekken burnum tıkanıyor, yine o tuzlu su akıveriyor dudaklarımdan içeriye. Doğruldum diyorum, sırtımda bir yastığa ihtiyacım yok artık; derken bir şeyler oluyor, son aynı; aynı tat dilimin ucunda. Midemde şiirler büyüyor diyorum kendime; yağmurun döngüsü gibi. Gözyaşları yuttukça içimde şiirler büyüyor diyorum, yanağımdaki yaşlar kurumadan inancım bitiyor buna da. Şarkılar tetikler göz yaşını, bir koku ya da bir mekan. Ve bir süre sonra hiçbir şeye ihtiyaç durmadan dökülüveriyor o yaşlar. Yokuşu çıktım dediğinde, dik duracağım dediğinde.Uykuya daldım dediğinde.

Dalamıyorsun.
Uykuya dalamıyorsun ama
Dalıp gidiyorsun.
Zamanla.

04.11.2018
22:47


29 Ekim 2018 Pazartesi

Mirkelam

Düdüklü tencerenin ve fotoğraf makinelerinin nasıl çalıştığını çok merak ediyorum. İnsanlar böyle şeyleri anlayıp bir de yenilikler ekleyip çeşitlerini üretiyorlar; inanılır gibi değil. Saka Su da 2015 yılında "Superior Taste Award" almış; suyun tadı! Ne metafor ama, of of!
Mirkelam- Unutulmaz.
Bu şarkının bende uyandırdığı hatıralar 2001 yılına ait. Uyandırdığı mı dedim?
Bendeki hatıralar hiç uyumuyor ki... Benden daha uyanıklar. Geçmiş referanslarıyla dolu bir yaşam, Life of Sare (Bu da life of Pi referansı, söylemesem kim anlardı ki...)
Neyse...
Ders çalışmak için iki kupa kahve içtim, şimdi uykum var. Kitap taramasını bitirdim; sırada makaleler var. 
"Yaşananlar, nasıl olur, unutulur?" Diyor Mirkelam. O kadar haklısın ki. Fıtrat mı ne farkı bu, birileri bu kadar unutamazken kim o unutanlar?
Mirkelam ve ben değiliz belli ki.
Yarın annemler gelecek ve onlarla olabildiğince çok vakit geçirebilmek için bu ödevi bu gece bitirmek zorundayım.
Gidiyorum. Kendinize dikkat edin. Ve çevrenizdekilere dikkat edin. Kalbinizi kırmasınlar. Siz de kırmayın, iyi geçinmeyi öğrenelim artık. Yıl olmuş ikibino...


29.10.18
01:07


28 Ekim 2018 Pazar

pencere'ye ithafen

Boğulmaya ramak kala, daracık dört duvar arasına sıkışmışlığımın tek penceresine bu yazı.

Her basamak daha yamuktu, hayır heyecan ya da korkudan bana öyle gelmedi, gerçekten yukarı çıktıkça eğriliyordu basamaklar. Dünya yerindeydi belki, yalnızca basamaklar eğriydi. Çok kez sahneye çıktım, diyafram egzersizi defalarca yaptım. Ne fayda. Tam 26 basamak çıktım, saydım evet. İlk 13'ünü hissetmedim doğrusu. Fakat son 13 bana ne hissettirdi, anlatmam mümkün değil. Nefessiz kaldım diyemem. En kısa ama en derin nefesini aldım hayatımın. Sesim nasıl çıktı bilmiyorum. Önemi var mı sahiden?
Yokmuş.
Belki de vardı, kim belirliyor bu değerleri hakikaten?
Ben geçmişe dönüşümü benzer bulduğum bir diğerini buldum sandım.
İnsan yanılmaz mı?
Belki de yanılmamışımdır, kim puanlıyor hayatlarımızı?
Ben aynadaki yansımam sanıp adım atmak istedim, boşlukmuş meğer;
Düştüm, düşmeye devam ediyorum.

Nasıl oluyor, ne oluyor?
Bilemiyorum.

Uykusuz kaldım şu sıra.
Uyursam geçer.
İyi uykular


Kuyuda esir kalıp batışımın tek halatına bu yazı.


28.10.2018
00:26


25 Ekim 2018 Perşembe

Tuğba'nın Doğum Günü

Yıl 2003...
Sınıf arkadaşım Tuğba'nın doğum günü partisine davetliyim.

Biraz Tuğba'dan bahsedeyim:

Tuğba Amerika'da doğmuş, ilkokula Türkiye'de bizimle başlamıştı. Öyle akıllı, öyle sevecen bir karakteri var ki. Tuğba kelimelerin Türkçesini hatırlayamazdı bazen, tüm sınıf ona gülerdi. Ben evde oyunlarla öğrendiğim İngilizce kelimelerdense ona yardım ederdim. Tuğba'yla okul çıkışı onların evine gider Disney Channel izlerdik. Chocolate chip cookies yapardık, kitap okur; birbirimize anlatırdık. Oben Teyze, Tuğba'nın annesi, bizi hiçbir zaman sıkmaz, kısıtlamazdı. Her şeye izin verirdi. Deneylerimize, oyunlarımıza. Senelerdir görmüyoruz birbirimizi ama onları çok seviyorum. Şimdi devam edelim.

Hava öyle soğuk, her yer öyle çamurlu ki.
Tuğbaların evi okula yakın.
Bizim eve de yakın.
Zaten Bolu'da her yer yakın.
Jile giyiyorum, külotlu çorap.
Saçlarımda çıtçıtlı tokalarım.
Biz Tuğbalara gidiyoruz, annem beni bırakıyor, dönüyor kapıdan.
İçeriye girince ne göreyim!
Herkes Tuğba'ya hediyeler almış, rengarenk hediye paketlerine konmuş.
Herkes birbirine gösteriyor hangi hediye paketini onların getirdiğini.
Ve bilin bakalım kim hediye almamış?
Başımdan aşağı kaynar sular dökülmesi kadar normal ne olabilir ki o anda?
Nasıl üzülüyorum, nasıl kalbim kırık.
"Tamam Sare" diyorum o an kendime, "iş başa düştü..."
Tuğba'nın odasında bütün çocuklar resimler çiziyor, kağıtlarla oynanabilecek tüm oyunlar sırayla oynanıyor.
O sırada elime sarı bir kağıt alıyorum, Tuğba'yı ne kadar sevdiğimi; hediyemi ellerimle hazırlamaya karar verdiğimi anlatan bir kart hazırlıyorum.
Bir de resim çiziyorum kağıdın alt kısmına.
O an hissettiklerimi ne kadar anlatabilirim bilmiyorum:
Biraz sonra Tuğba hediyelerini açtı, herkese teşekkür etti, pasta yendi, oyunlar oynandı ve gün bitti.

Hayır gün bitmedi.

Bu günün üzerinden yıllar geçmişti. Bir gün okul çıkışı Tuğbalara gittik yine. Kim bilir, kurabiye mi yaptık, yoksa doğrudan odasına gidip oyun oynamaya mı başladık emin değilim. Kitaplığının önündeydik, onu hatırlıyorum. O sırada Tuğba bana eski günlüğünü gösterdi. "Sare biliyor musun, yıllar önce tuttuğum günlük bu. Bak ne yazmışım" dedi ve okumaya başladı.

"Sevgili günlük,
Bugün benim doğum günüm. Tüm arkadaşlarım doğum günüme geldi ve çok eğlendik. En sevdiğim hediye Sare'nin hediyesi oldu. Herkes hediye almıştı ama o eliyle hazırlamış. Sare'yi çok seviyorum. Bazen Sareyle konuşmuyoruz ve çok üzülüyorum."


O gün tuhaf bir sevinçle ayrıldım Tuğba'lardan. Öylesine kötü hissettiğim, mahcup olduğum ve bu hislerle hazırladığım hediye kartım Tuğba'da günlüğüne yazmaya değer bir "en" hediye olmuştu demek.

Ne kadar özlenirse o kadar özlüyorum o günleri.

Tuğba'yı, Oben Teyze'yi.

25.10.2018
11:58

21 Ekim 2018 Pazar

2000'ler Türkçe Pop

Arkadaşlarım, ailem olunca tavsiye isteyen; bir danışman edasıyla net cümeleler kuruyorum; tavsiye değil adeta ders veriyormuş hissine kapılıyorum. (Bunu da şimdi fark ettim, hepinizden özür dilerim bebeklerim). Fakat, torpile bakınız ki, tavsiyeye ihtiyacı olan bendeniz Sare olunca, yine bendeniz Sarenin dili tutuluyor;  eli kolu bağlanıyor. Ne oldu Sare'ciğim? Kelsin de merhemin mi bitti? Söküğü iflah olmaz terzi misin? Versene kendine o acımasız tavsiye kılıklı derslerinden! Net cümleler kursana! Olmuyor mu? Ne kadar amatörce! Pee!

Rica ediyorum, eğer şimdiye kadar naçizane tavsiyede bulunduğum biriyseniz, size söylediklerimi sansürlemeden bir küçük kağıda yazın da veriverin güvercinlere. Getirsinler bana. Elden almaya çekinirim, yüreğim daralır, içim almaz. Aman ne diyorum ben.

Uzattım yine. Uzatırım çünkü ben. Napalım.

-Kusura bakma Teoman, şu an seni dinleyesim yok.
+Teoman mı?
-Değiştirelim şarkıyı.
+Uyusana artık...

Ne diyorduk?

HEH! Sorun da burada, diyorduK değil, ben diyorduM

Kafam kel ve merheme ihtiyacım var.
Omuzlarımdan tutup sarsmam lazım Sare'yi.
Yine başardı labirente girmeyi. Aman Sare'ciğim, öğrenemedin gitti yolları.

Güneşin doğmasına kaç saat var?
İyi geceler dünya.
Ben ödev yapıyorum, siz uyuyun.
Dünyayı ben korurum.

-Sen önce kendini koru
+Doğru söze ne d




21.10.2018
01:27

15 Ekim 2018 Pazartesi

okul temsilcisi seçilmek için yapılacak konuşma

Bir şeyler yazdırmak için kırtasiyeye girdim akşam eve dönerken. Açılan en son sekmede "okul temsilcisi seçilmek için yapılacak konuşma" açık kalmıştı. Ekrana öylece bakakaldım. O klavyeye dokunan, o arama çubuğuna bu cümleyi yazan parmakların heyecanını iliklerimde hissettim. Belki de en az 10 yıllık bir ayna tuttu bana o parmaklar. Heyecanlarımı, uykuya dalamadığım geceleri, sesini duyduğum kalp atışlarımı, stresten buz gibi olan ellerimi hatırlattı. Film şeridi dedikleri formda gözümün önünden geçiverdi tüm bu hatıralar.

Bu yazıyı okuma ihtimali belki sıfır olan o parmakların sahibine bir şeyler söylemek istedim o an, peşinden ne kadar hızlı koşabilirsem öyle hızlı koşup omzuna vurmak; aslansın, kaplansın demekten daha etkili olacağına inandığım bir konuşma yapmak istedim.

Sen temsilci olsan da olmasan da, temsilci olmana bu konuşma etkili olsa da olmasa da, bu konuşmayı yapsan da yapmasan da:
Seni tanıyorum. Uzun zamandır tanıyorum hem de, neredeyse 23 yıldır. Adın Sare, sen 11 yaşındasın, sen 15 yaşındasın, 9 yaşındaki halini de biliyorum. Cesaret bulmak zorunda olduğun anlarda kafanın içinden geçirdiklerini; boğazında düğüm olan sözleri nerede tuttuğunu çok iyi biliyorum. Neyse, bu da böyle bitsin.


15.10.18
20:20


2 Ekim 2018 Salı

Kedi

Pusulayla dolu hayat, okumayı başarabilmek marifet. Kaç kere yürüyoruz bankların önünden, hangi otobüslere biniyoruz, içine girdiğimiz vagon bizi gerçekten tren yönüne mi götürüyor yoksa hayatımızın sonraki bölümüne mi; düşünmeden öyle dümdüz gidiyoruz. Kafamızı kaldırmadığımız şey sadece telefonumuz değil; hayatımızın en küçük çemberinde sıkışmış yaşıyoruz.
Yolumun üstü kedilerle dolu, etrafım kedilerle dolu. Beyazıt'ta okuyup Üsküdar'da yaşamanın güzel yanlarından. Şimdiye kadar bana neler anlatmış peşimden gelen o minik yaratıklar. Miyav dememiş de, haber vermiş.

Belki ben de bir gün bir kediye elimle peynir yedirecek kadar iyi bir insan olurum, olur muyum?

02.10.2018


22:18

Gündemin ortası

30 Eylül 2018 Pazar

Under the weather

Daha kaç cümleyi yutacağım söylemeden, bilmiyorum. Bilemez ki insan böyle şeyleri. Otoparklarda boş yerler için yanan yeşil ışık gibi insanların da ışıkları olsa, söylediklerimize olumlu yanıt vereceklerini bilsek. Yanıt, tepki ya da olumlu bir sessizlik. Olumlu sessizlik!
Sükût? İkrar?
Başımın içi öyle kaotik ki döndüğüne şaşmamalı.
Ne diyordum?

Hakkında çok şey biliyorum, bir mazeret olabilir mi? 
Ne için olduğunu sormayın,
Ben de anlatmayı bırakayım.
Bu yol da dead end.
Bu merdiven de bulutlara varmıyor,
Dön geri Sare,
Dön geri.

30.09.2018
01:59


16 Eylül 2018 Pazar

artık

gözünden akan yaşı yanağından süzülene dek hissetmemek, wow! Bu aldırmamazlık mı, umursamazlık, koyvermişlik mi?
Yoksa kafanın, ruhun doluluğundan taşan damlayı, hakikaten bir damlaya dönüşene dek fark edememek mi?
Neyse kalbim kırıldı. Ama işin kötü yanı bu bir mazeret değil; insan kalbi kırılınca yürümek istemiyor, yemek yemek istemiyor, hayata devam etmek istemiyor. Ve bu hiçbiri için bir mazeret olarak kabul görmüyor. Kolunuz kırılsa, bacağınız; ne bileyim, parmağınız kırılsa belki, tüm bu saydıklarıma hakkınız varmış gibi olur da kalp kırılması öyle değil. Ne büyük adaletsizlik!
Yok mu bana meyve suyu, muz getiren? Nasıl olduğumu saat başı soracak, kontrol edecek bir hemşire neden atanmıyor kalbi kırıklara? Gerçi bu kadar önemsenecek olsak kalbimiz kırılmazdı ki in the first place.
Kalp kırıkları insana şu bol bol "artık ... !" cümlesi kurduruyor.
Ne kadar çok uğraşmışım, ne boş çabalamışım diyorsunuz, diyor musunuz?
Diyoruz, just admit it.

Bu yazı daha az umursuyorum yazısı. Daha az uğraşılmış, kelimeleri süzgeçten geçmemiş bir yazı. İşinize geliyorsa?
Bu neydi şimdi?
bazı gözyaşları çok derinden geliyor, mideden?

İnsan bir de şu sözü çok söylemeye başlıyor: "istemiyorum"
Çünkü istediğimde, çok beklediğimde canım yandı.

Hadi bitsin burada bu beyin hapşırığı, beyin yıkıntısı? Düşünce döküntüsü?

Kelime seçimlerim reveals a lot about my mood, değil mi?
Çağrışımlar, çağrışımlar...


16.09.2018
22:26

12 Eylül 2018 Çarşamba

?

Ben her sorduğu soruya cevap isteyen biri değilim.

Öyle sorular da vardır çünkü, cevap gerekli değildir; sorulmuş olması yeterlidir.

Biliyorsunuz değil mi?

Dwight Schrute, gülen insanlar için "hayatının bağışlanmasını bekleyen zavallı maymun" benzetmesi yapmıştı hani; ben de cevap gerektirmeyen bir soru sorduğum halde karşımda cevap vermek için -üstelik bir de cevabının kulağa güzel gelmesi için bol virgülle debelenen- şekilden şekle girip kıvranan insanlar için aynı benzetmeyi yapabilirim.

Senden cevap isteyen kim?! Ah...

Her neyse, ne diyordum?

Yalnız olmak çok güzel. Sorularım, rengarenk meşguliyetlerim ve ben.

Daha ne isterim?

Elma çayı.

Not: Eylül ve yağmur için teşekkür ederim Allah'ım.


12.09.2018
20:02


1 Eylül 2018 Cumartesi

T.B

Günde 3 litre su içme alışkanlığımla promosyon olarak gelen bir diğer alışkanlık, su şişesi kapaklarını asla atamamak. Derya Baykal'cılık oynamıyorum elbette; o kapaklarla yapılacak binlerce gereksiz DIY projesi olduğunun farkındayım: Benimki daha çok biriktirip mavi kapak toplama kutularına atmakla son bulan bir alışkanlık. Her neyse:

Bazı anlar vardır, slow motion ilerler adeta ve bunu hissetmeniz için çok film izlemiş olmanıza inanın gerek yok. Yavaşlar her şey, bilirsiniz değil mi?



Bugün cumartesi.

Hayatımda her şeyden daha çok sevdiğim güzel ailemin, en küçük ellere sahip olan üyesi, T.B olarak analım; bugün odamdaydı.

Çevrenizde küçük bir çocuk varken tüm sessizliklerden şüphe duymalısınız ve eğer bir teyzeyseniz bu durumu zaten içselleştirmiş oluyorsunuz. Odamdaki sessizliğin -T.B'deki sessizliğin- sebebini merak ederek ve biraz da endişeyle etrafıma baktım:

O minik parmaklar, çalışma masamda biriktirdiğim üç mavi su şişesi kapağını yere dizmiş, öyle güzel oynuyordu ki. 

O an yavaşladı her şey, yerinde duran halı bile daha yavaş durmaya başladı olduğu yerde; T.B'nin sessizliği bile daha yavaştı. Ağlamak istedim, neler düşündüm tamamını yazamam ama ağlamak istedim. 

O parmak uçlarının ne ara bu kadar büyüdüğüne inanamadığımdan,
O mavi kapakları atmamış olmakla minik zeytin gözleri nasıl da habersizce sevindirdiğimi gördüğümden,
Asıl işlevinin ne olduğunu önemsemeden, üç yuvarlak- yassı cisimle "oynayan" bebeğin saflığına ağlamak istedim.

T.B'nin varlığı için ne kadar şükredebilirim?



01.09.2018


20:36

Mavi kapakların hala durduğu ve duracağı masa

29 Ağustos 2018 Çarşamba

Sapio*ism #censored

Etrafımdaki akıllı insanlarla gurur duyuyorum, bu ne tür bir ırkçılık diye düşünebilirsiniz elbet, bunu ancak aynı gururu yaşamıyor oluşunuza bağlarım. "Yani tamam biz de gurur duyarız da bunu böyle söylemek ne biley..." Yok yok yok, açıklama dahi yapmayınız rica ediyorum. Evet ne diyorduk, zeki insanlar, hazır insanlar!

-Neye hazır?
+sabırlı olalım...

Her şeye hazır olmalı insan! "Ölüme mesela" gibi klişe bir misal vermek değil amacım, insan hayatında en önemsiz, küçük gördüğü şeye en çok hazır olmalı bence. Gömleğine çay dökülmesine, çorabının kaçmasına, akbilini vapurdan aşağı düşürmeye; -nesneleri kenara bırakıyorum- sabah uyandığında beklenmedik haberler almaya hazır olmalı insan; gelin beni dinleyin: Daha az yorulursunuz, kalben...

Yatağımı yadırgarım'cılar,
Tuvalet kağıdı nasıl olmaz ya uf inanmıyorum'cular,
Hep kullandığım yolda çalışma var okula gitmiyorum bu hafta'cılar;
Saydırmayın işte, bilir onlar kendilerini.

Bu dünya öyle olur mu ballarım?

-BALLARIM MI?
+Ama sen sakin olmayı öğrenmezsen olmaz ki...
-Tamam hadi devam et bakalım, su verin bana
+Suyunu verin, evet ne diyorduk?

İnsan hazır olmaya*** Tam bu andan sonra komşu teyze güvercin olduğunu tahmin ettiğim canlıyı yüksek sesle korkutmaya/kovalamaya çalıştığından mahallece irkildik, ne dediğimi unuttum. Hadi size güzel bir Ağustos sonu diliyorum. Kısa vadeli iyi dilekleri severim, şimdi al ömrünün sonuna dek cebine koy bu dileği'ci değilim. 

Spesifik olun arkadaşım!


29.09.2018
21:49


Yeni aldığım otantik pikemin üstü, eee spesifik olun dedim...

28 Ağustos 2018 Salı

İkinci köprüden

Dinleyin!

Geçmişe gitmek tüm wishlist'lerimde ilk sıradayken daha önce göz göze gelmediğim bir gerçek bana el salladı: Geçmişe gitmek teknoloji değil, güç ister.

"Evet sevgili Sare, yolculuk talebin elimize ulaştı, haftaya çarşamba seni 1972'ye gönderiyoruz" deseler; -Geçmişe göndermek için neden 1 hafta daha zaman geçmesini beklediklerini sorgularım elbette, beklemeden gönderseler daha az mesafe, daha az yakmaz m... Neyse, ülkemiz gerçekleri yakamı bırakmıyor ki mantıklı hayal kurayım-

-Mantıklı hayal mi?
+Devam ediyorum...

... Deseler, kendimde o gücü bulabilecek miyim? Bedenim kaldırsa, psikolojim nice olur bu yolculukla? Valizine ne koymak gerekir mesela böyle bir yolculuğun? Ne kadar sürer? Geçen vakit yine ileriye doğru mu olur, nasıl olur? Alın size jet-lag! 
Güç ister, ister elbette ama ben bu yüzyıla ait değilim. Ne kadar sürerse sürsün yol,
Bagaj hakkı kaç kilo olursa olsun,
Yan koltuğumda kim olursa olsun,
Pencere kenarı olmasa da olur!
Gitmek istiyorum

-Nereye?
+Hala anlamadın yani...

Geçmişe

28.08.18
23:44

Bugün 
x

24 Ağustos 2018 Cuma

Gece

Ne faydası var hatırlamanın?

Uykusuz bırakır, üzer, gülümsetir belki ama o da kısa sürer, keşke'leri, belki'leri sürükler ardından; gözyaşı yükler görevli organlara ulaşmak üzere. Ne faydası olabilir? Bunu düşünüp üzerine bir şeyler karalamak üzere rafa kaldırıyorum.

-Ne rafmış arkadaş!
+Sabırlı olalım...

Ne zaman döneceğini bilmeden veda etmek, tekrar göreceğinden emin olmadan görüşürüz demek, son kez olduğunu bilmeden doya doya bakamamış olmak. 

-Nereye?

Yüzlere!
Pencereden dışarı!
Yatağının üstüne!
Kitaplığına!

Bırakmak ne zor, gitmek ne zor. Salata oldu buralar, iyi geceler...

24.08.2018
01:36

Dünya

8 Ağustos 2018 Çarşamba

take me home, country roads

Gözü bile bozulmadan dünyadan geçip giden insanlara selam olsun.
Ya da selam değil, aşk olsun.
Yılların ve karşıma çıkan insanların beni nasıl sıkıcı bir insana çevirdiğini düşündükçe, "hayatın deforme ettiği tek kişi değilim ya!" diyerek teselli buluyorum.
Yollar aşınıyor -ve belediyeler durmak bilmeden yeniden asfalt döküyor ama konumuz bu değil elbette-
Yollar aşınıyor, buzullar eriyor, raylar paslanıyor.
Bizim sinirlerimiz yıpranmış, çok mu?

ÇOK

Ama öfkemin bu sayfaya akıp beyaz ekranı koyu renklere boyamasına ve okuyan her kimse onun hayat frekanslarına öylece karışmasına asla izin vermeyeceğim.

Profesyonellik bunu gerektirir.

-Profesyonellik mi?
+Bu sefer değil, lütfen...
-Peki...


Derin nefes alacak bir yer diliyorum, arz ederim


8.8.18

5 Ağustos 2018 Pazar

Sokrates'in Savunması

Sonlara tahammül edemeyişimin en acınası dışavurumu, çok sevdiğim kitapların sonuna yaklaştığımda elimden bırakıyor olmam sanırım. Sokrates' in son günlerine şahit olmaya mayıs sonunda başlamıştım ama son kırk sayfada bırakmıştım okumayı. Bitirmekten korktum, başka bir tarifi yok.
Geçtiğimiz perşembe günü öldü Sokrates. Bir kez daha öğrendim ki sonu ne kadar ötelersen ötele, ancak kendini kandırıyormuşsun. Son seni orada öylece bekliyormuş.

-Sarecim biraz abartmadın mı sence de?
+Necip Fazıl haklıymış, ne zor şeymiş ölümlüyü sevmek.
-"Napalım, ruhlar aleminden Ferruh'u mu sevelim?" Diyen kimdi?
+Bendim!


Aklımda bir sürü soru işaretiyle kaldım ardından.
Felsefi sorular değil, üzgünüm.
Cevabını asla öğrenemeyeceğim, bu yüzden de bahsetmek için gerekli motivasyonu içimde bulamadığım sorular.

Mutlu pazarlar

05.08.2018
08:50

16 Temmuz 2018 Pazartesi

bir sendrom

Ve bu arada tam altı tane taslak kaydettiğimi farkettim. 

-Neyin kararsızlığı bu tatlım?
+Tatlım mı?

-Anlat haydi...

İnsan her zaman kararsızlıktan mı adım atamaz?
Başka çok ihtimal var, muhtemel sebepler listemize bir göz atalım: 

Yol çok taşlıdır ve ayaktaki ayakkabı bu yola uygun değildir, bu yüzden adım atamıyordur. Ya da başı dönüyordur ve yer ayağının altından kayıyordur mesela? Belki de gözleri yolu görmüyordur, aklı başka yerdedir. Olamaz mı...

-Tamam ikna oldum.
+Ne mutlu kendini ifade edebilen bana! Ne mutlu derdini anlatabilene! Ne mutlu adım atabilene!

Siz kendinizi ifade edebiliyor musunuz? Ben gevezeliğimin karşısına bir rakip koyduğumu farkettim. Kavga ediyor onunla, hangisi hangisini bastırıyor emin değilim. Bu rakibin adını tek kelimeyle ifade etmem mümkün değil, zira kelimelerin arasında kaybolma sendromu diyebilirim (lost for words dedikleri). Hangi kelimeyi seçeceğimi, hangi sırada söyleyeceğimi düşünürken buluyorum kendimi sık sık. Size de oluyor mu yoksa bu tamamen şahsım ve zihnimde dönüp duran derslerden kaynaklı bir hal mi? Ne dersin ey iç ses? 


O da sustu demek ki.
En iyisi uyumak.
Geç oldu,
Erken kalkacak olana.

16.07.2018
23:51


S

24 Haziran 2018 Pazar

sönmeyen top olmak

Yorgun olduğum için şükürler olsun, kulağa nasıl geliyor bilmiyorum; hayatta gurur duyduğum şeylerden biri bu. Ne yapsaydım yani vücuda giren su bile olduğu yerde durmuyor; olduğu yerde öylece duruyormuş gibi görünen Dünyanın içinde neler neler oluyor, anlatabiliyor muyum? Her yaz plastik top alırdık ve yaz boyu çılgınlar gibi her gün oynadığımız top -gerçekten sivri bir şeyle patlamadığı müddetçe- bizimle tüm yazı tamamlardı. Ne zaman okullar açılır, o top ayakkabılıkta, balkonda sönmeye başlardı. Kendimi 1 liralık topla kıyasladığımın farkındayım, buna metafor derler sevgili Atina'lılar! Sahi, o zamanlar 1 liraya böyle şeyler satın alınabiliyordu değil mi? Neyse.
Bir elma değilim ama yatmaktan çürüyeceğimi biliyorum.
Bu yüzden yaşasın yürüyüş, yaşasın devinim.
Aslında mürekkebim bitmiyor ama bu yazı beklendik sebeplerden ötürü burada bitmeli.

Hoşçakalın

24.06.2018
18:58

Salon

6 Haziran 2018 Çarşamba

masaüstü

Bilgisayarımı ve çalışma masamı toplarken ne notlar buluyorum, ne tarihler atmışım o renkli kağıtlara. Bakıyorum ve neon yeşil, neon sarı kağıtların üstlerindeki notlar, yazdığım o tarih, duyguları en soluk renklerle görüyorum artık. Kağıt değil rengi değişen elbette. Ne coşkulu, ne heyecanlı akmış mürekkep üstüne kağıdın; bilmeden aylar sonra solacağını. 

-Ooo Sarecim, nesin sen şair falan mı?
+Bir saniye bile duygulanmayalım değil mi
-Tamam tamam devam et, eee soluk diyordun?

Dahası yok.
Mürekkep ve kağıtlar değil; insanlar renk değiştiriyor.
Daha ne olsun


06.06.2018

Çalışma masam

4 Haziran 2018 Pazartesi

transferi zor mülahazalar

Kendime not,
Size not, 
İnsanlığa not,
Evrene not:

Anlamak, tatmak, bilmek, yaşamak için günlerinizi; gecelerinizi, sabrınızı ve enerjinizi verdiğiniz HER NE VARSA; kimseye ama kimseye bir mesajla, beş dakikalık bir çay molasında, uyku tutmadı temalı telefon konuşmasında, bir köşe yazısında ya da belki dumanla; 
a n l a t a m a z s ı n ı z.
Anlatamayız, net. O kadar kolay olsaydı, hayatımın ne büyüklükte olduğunu önemli olmayan bir kısmını bu uğurda ayırmama gerek olur muydu? Cevap çınladı mı kulaklarınızda?

İnsan dirseğini yalayamadığını öğrendiğinde bile heyecanlanıp birilerine anlatmak, bu bilgiyi paylaşmak istiyor. Heyecanlanıyoruz, dahası yok. E hadi anlattık dirseği yalamayamadığımızı, kolayca aktardık, muhatabımız da anladı. 
Duygular peki?
Yorgunluklar?
Bu
liste
uzar
gider.
Anlatmak için kendimizi parçaladığımıza d e ğ m e z.
"Üşütmüşüm" dediğinizde bile: "Ya üşütmek demişken asıl ben nasıl hastayım!" diye cümleye başlayan; "Bu konuda okuduğum kitapta diyordu ki..." diyecekken "Ben de duymuştum ki..."lerle yola çıkan muhataplar. 

Muhatap ne demek? Sohbet ortağı mı, ya da bağlam her neyse; onun ortağı?
Böyle ortak mı olur!

Benden bu kadar.

Pıhtılaşmış düşünceleri bırakalım kabuk tutsun.
Dünyayı kurtarmayacak hiçbir kaşımamız, kanatmaya gerek var mı?

S


04.06.2018
02:38

İstanbul

25 Mayıs 2018 Cuma

bu nasıl ayna

Aynada gördüğünü sevemeyen, kendi sesine tahammülü olmayan insanlarız. Kendi el yazısını sevmeyen, aldığı kararlarla bir türlü tatmin olmayan canlılarız. Durum bu haliyle bile yeterince absürd değilmiş gibi; bu denli beğenmediğimiz, tahammül edemediğimiz "kendimizi" gördüğümüz insanlara aşık oluyoruz, hayran oluyoruz. Bizim olsun, bizimle olsun istiyoruz. 

Sonra ne mi oluyor; kendi eksiklerimizi, dilimizi asla törpülemeden onun eksikleriymiş gibi bağıra bağıra söylüyoruz.
Yazıklar olabilir bence.
Mahsuru yok.
Hoşçakalın.

S

25.05.2018

Dünya

31 Mart 2018 Cumartesi

egosentrik haller

Gün boyu teoriler üretiyoruz ve çürütüyoruz.
Dikkatle dinliyorum, tiyatro zamanımdan kalma bir alışkanlıkla, aynı dikkatle gözlemliyorum. Profesyonel bir görev içerisinde olduğumdan yada sırf "gözlem" kelimesini kullandım diye laboratuvar önlüğü ve gözlüğüyle çevremdeki herkesi kafese koymuş izler halde canlandırmayın gözünüzde beni. Sürekli izliyorum ve dinliyorum anlayacağınız. 

Ne çok teorimiz var istisnasız her şeye dair. "Haddime mi?" demeden, "ben bunu nereden bilebilirim?" diye kendimize sormadan. Hadi öyle çok politik olmadan sadede geleyim. "Çocuk sorumluluk almayı bilecek!" derken duyuyorum el bebek gül bebek büyüyenleri. Kalp kırıklığının ne büyük yıkım olduğundan dem vuruyor elinde balyoz, üstünde yıkım tozlarıyla yürüyen insanlar. Oturduğu yerden "çok yorulmaya değmiyor hayat, kendine bunu yapmamalı insan!" diyor stabil yaşam sakinleri. Sakinleri derken, hakikaten sakinler. Ama ben stabil yaşam konusundaki fikirlerime daha sonra değinmek istiyorum. Eee konuları sonraya ötelemek de benim kötü alışkanlığım. 

Devam edelim.

Bir de yaşadığı her şeyi hayatın merkezine alarak çevresine ders vermeye doyamayanlar var. "Ben merkezliliğin" kaçıncı evresidir bu hal bilemem.
Ben üzgünüm, siz neden gülüyorsunuz?
Ben bunu yaşadım, yoksa siz bilmiyor musunuz? tavrı yorar bu kimselerin.

Bu iki grubu birbirinden ayıran bir filtre var. Empati adını vererek tek bir beceriye indirgemek istemiyorum yalnız. Daha üstün bir beceri olsa gerek, bu kadar az insan sahipse; sizce de öyle değil mi?

Bilemiyorum


31.03.2018

Üsküdar

25 Mart 2018 Pazar

Sır

Herkesin sırrı var mıdır bilemem. Benim var ve söyleyemediğim her an içime batıyor. Sırrım içimi kanatıyor. Söylesem daha mı çok kanatır, yoksa birden iyi mi olur açtığı yaralar? Bu sorunun cevabını duymaya cesaretim yok, aramaya da. "Gözyaşı değil mi, kurur; yara değil mi, kabuk bağlar" diyerek avunuyorum, tutunuyorum; halkamın başlatacağı zincirden korkuyorum.
Bencilliğimden değil; durum benim öyle dışımda ki. 
Sır içimde, korkumun kaynağıysa sevdiklerim ve attığım taşın sebep olacağı büyük dalgalar.

Sıkıcı oldu böyle, kendi kendime konuşmadan tamamladım paragrafı.
Zaman zaman kendiyle bile konuşamıyor demek ki insan, ki başkalarına içini açsın, açabilsin.

Ne güç şey anlatmak, nasılsın diye sormak ne büyük sorumluluk!

+Nasılsın?

-Kötüyüm!
-Mutluyum!
-Sorma...

Her bir cevap ardındaki hikayenin parçası yapar muhatabını. Bir kez dinledi mi, unutmak nimetiyle ödüllendirilmediği sürece hikayenin seyircisi, hatta bazen sonraki bölümün kahramanı oluverir insan.

Bir düşünün...

Durum böyleyken değil sırrımı anlatmak, nasıl olduğumu söyleyebilir miyim ben? Taşı denize atabilir miyim? Perdemi açabilir miyim, güneş vurunca meydana çıkacak ardındaki tüm tozlarla, kırıklarla ve yer yer göz yoran renklerimle?

+Hem, perdeleri açtık da ne oldu sanki...
-Ne oldu?
+Anlattırma şimdi...
-Haydaa!

Eee, ne diyorduk?

Taşın büyüklüğü müdür dalgaların büyüklüğünü belirleyen; yoksa taşın denize atılacağı anı gizlice bekleyen ama taşın yüzüne bakmaya cesareti olmadığından, hızıyla onu sarıp, sessizce gücüne güç katan
rüzgar mı?

-Ne rüzgarı, ne taşı? Sır diyordun!


Ben o taşı denize attığım an dönüşü olmayacak,
Perdemi açtığım an çoktan çürümüş korniş yerle bir olacak,
Tozlarımla iyiyim, kırıklarımla. 
Varsın o taşı sıkıca tutayım elimde, takvimimin son yaprağına dek.
Elimde izi kalana dek.
Sırrımın içimi kanattığı gibi, elimi kan revan edene dek.


Var mı sizin sırrınız?
Var mı sımsıkı tuttuğunuz bir taşınız?
Var mı can parçalarınıza çektiğiniz bir perdeniz?

Vardır elbet, olmaz olur mu...



25.03.2018

01:54

Yağmurlu şehir

11 Mart 2018 Pazar

Olay örmek

Yetmez ve bitmez, biliyorum. Fakat hayatta görece çok şeyi erkenden halletmiş olmanın “unumu eledim eleğimi astım”lığını yaşıyorum ve taşıyorum gösterişi eksik bir gururla. 
Yetmez, o ayrı. 
Bitmez, doğru. 
Eh böyle de güzel, asıl böyle güzel! 
Ne dedim şimdi ben? Bu kısım yalnızca girizgahtı, geveze bir şahsım ben ey halkım, alışın artık. (Alışınız artık mı demeliydim: Alışınız? Verişiniz? Tuhaf oldu böyle. Alışın iyiydi, devam.) 

Dönüp bakıyorum, hayatta çoğu zaman çizginin “öte” tarafında oldum ben. Statü ya da norm belirten bir çizgi değil bu: İngilizcede “pace” denen hız çizgisi desem; evet, yerinde bir karşılık bulduğumu hissediyorum. 

Yaşadıklarım” başlığı altına sığıverecek 22 yıllık olaylar silsilesiyle ben oldum, ben bir puzzle’ım: parçalarını nefes aldıkça tamamlayan (nasıl söz, afilli bir bağlama oldu sanki ehehe)

Ablalarım, annem ve anneannemden bunu öğrendim: sorun varsa çöz. Korkma, konuş. Zira konuştukça insan tanıyor, konuştukça çözüm buluyor, çözüm bulamadıkça düşünüyor, düşündükçe çözüm buluyor, çözüm buldukça insanlarla konuşuyor, insanlarla konuştukça hayatın kalabalıklaşıyor ve sorunlar artıyor ve onları çözmek için düşünüyor ve düşündüklerini konuşuyors... Yazayım mı daha?

(Yazılarda okura doğrudan soru sormak doğru bir yöntem değildir: okuyucular kendilerine doğrudan yöneltilen soruya bir cevap düşünürken yalnızca göz takibiyle metne devam ederler ve bu da yazarın iletisinin başarıyla aktarılamamasına sebep olur.)
-Ne oldu Sareciğim, dil becerilerinin öğretimi ruhundan çıkamamışsın? Aferin, kal orada!
Ve ben doğrudan soru sormayı severim. Teori ve pratik yine mi çelişti? 

Ne yapalım...

Çizgi dedim, hız dedim, oradan alıyorum:

Elini taşın altına koydukça acı eşiği yükseliyor kişinin. Yaparım! Dedikçe yapmanı bekleyen ve yapacağın öngörülerek sana sunulan işler artıyor. Her “hallediş” yol yordam öğretiyor, hızın da artıyor haliyle, neticesinde...

Bu döngü ne kadar önce başlarsa, o kadar önüne geçiyor insan malum çizginin. 

Muhataplarım büyüttü beni, söylemek zorunda olduğum sözler ve kelime seçme süreçlerim törpüledi dilimi, bazen sivriltti. 

Aldığım irili ufaklı roller, görevler beni doyurmadı da, acıktırdı. Yaptıkça daha fazla, biraz daha, daha daha ister oldum tattığım o anlardan. 

Heyecanlandığım şeyler, düşlediğim, sevindiğim, neşemi kaçıran şeyler de haliyle çizginin ötesinde, benim yanımda. 

Bu çoğu şeyi açıklıyor sanırım: ruh yaşımı, gevezeliğimi, inatçılığımı. Ben biraz düşüneyim. 


Siz de buyurmaz mıydınız?
-Neye?

Düşünmeye...


11.03.2018
03:04


Sisler altındaki Üsküdar

8 Mart 2018 Perşembe

Viva

Bugün de sabah 7 civarı evden çıktığım günlerden biriydi. Çok erken saatlerde kahvaltı yapamayan bünyemin kan değerlerini dengede tutmak adına yanıma aldığım paketli gıdalardan birinden bir yudum almamla olanları yazacağım şimdi bu beyaz sayfaya.

Yıl 2004, ben yine bilumum solunum problemleri ile okula gitmemişim ve yanımda ruhum, annem var. Annem kültürlü kadındır ama ona dair yazacağım bir kitap var, spoiler vermek istemem. 

(Ne diyelim spoiler yerine? İpucu desen olmuyor, bir kelime bulalım bana hatırlatır mısınız? Hatırlatırsınız. Ehehehe hadi devam)

Annemle büyümek demek radyoyla büyümek demekti, iyi ki de öyleydi. Sabah akşam arkaplanda çalan radyo sebebiyle günlük konuşmalarımızda radyo jinglelarını duymak mümkündü.

♬ Düüüüün. Yaaaa. Rad. Yo 
♬ Sü. Peeeeer. E. fem 

Ve niceleri...

Neyse dönelim 2004'e. Adını bilmediğim Kızılay Parkında, aaa biliyormuşum adını, bir bankta oturuyoruz. İzzet Baysal günleri gibi, kermes gibi bir ortam var. Elimizde içleri muhtemel inhaler ve şurup dolu eczane poşetleri, annem susamsız iki simit ve meyve suyu almıştı bize. Meyve suyumuz kayısılı. Markası VİVA! Görmemizle annemle aynı anda: 

♬ Rad. Yo. Viiiiii. Vaaaaa ♬ 



Diye sevindirik olduk. Ve o kısacık an benimle 14 yıl geldi.

Nasıl gelmesin?

Biz, küçük sevinçlerini dünyaya değişmeyecek annenin, kendi gibi yetiştirdiği; küçük sevinçlerini kocaman yaşayan çocuklardık. Çok şey değişmedi, aslında hiçbir şey değişmedi.

14 yıl geçti.

Ben artık inhalerimi cüzdanım ve anahtarım gibi çantamda taşıyorum, çok sık simit yemiyorum, okula da gitsem hastahaneye de gitsem yalnızım.

Ama bir kutu kayısılı meyve suyu beni 2004 yılında Kızılay Parkında annesiyle oturup simit yiyerek jingle söyleyen Sare'nin yanına götürüveriyor.

Kamil Koç OUT
Kayısılı Meyve Suyu IN


Ne diyorum biliyor musunuz?

Annemi, bu çirkin dünyayı iğne oyalarıyla güzelleştiren ellerini, ne kadar vurulsa, yorulsa da kırıldığını göstermeyecek kadar yumuşak kalbini, tertemiz ve bir o kadar dopdoluluğuyla yaşayıverirken bizi de ortağı ettiği hayatını, o eşsiz, o geçmişte kalsa da eskimeyen günleri kaçıranlar;


otursun ağlasın...




08.03.2018
23:58
Üsküdar